Bu Blogda Ara

21 Haziran 2010 Pazartesi

İngilizce'de hindiye neden "turkey" deniliyor?

  Özellikle ABD'de Hristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü olan hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. Vahşi hindi cinsleri Kristof Kolomb kıtayı keşfetmeden de önce Kuzey Amerika'da yaşıyordu. Hatta Avrupa'dan Güney Amerika'ya ilk gelenler Azteklerin bir cins hindi ırkını ehlileştirdiklerini görmüşlerdi.
  Amerikan hindileri Avrupa'ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiş, daha sonra bütün Avrupa'ya yayılıp 1541 yılında İngiltere'ye ulaşmışlardı. Hayvancağızı gören İngilizlerin  kafaları karışmış, o zamanlar Türk toprakları olan Batı Afrika'dan Portekizli tüccarların getirdikleri Afrika hindisi veya yine Türkiye üzerinden getirilen Hint tavuğu sanmışlardır. Sonunda her iki ırkın farklı olduğu anlaşılmıştı, ama bu Amerikan kökenli kuşun adı 17.yüzyılda Amerika'ya göç eden İngiliz göçmenler sayesinde Amerika'da "Turkey" olarak yerleşti.
  Tabii bu Türkiye'nin isminin neden İngilizce'de hindi anlamında kullanıldığının resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuş başka tezler de var. Bunlardan biri Kolomb'un ilk yolculuğuna katılan bir Portekiz Yahudi'si Jose de Torres'in hindiyi görünce, İbranice "büyük kuş" anlamında "Tukki tukki" diye bağırması, diğeri de sürekli batıya doğru giderek Hindistan'a ulaşmayı hedefleyen Kolomb'un Amerika'ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint tavus kuşu sanarak onu "Tuka" diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin Turkey olarak telaffuz edilmesidir.
  Durun daha tezler bitmedi. Bir başka tezde de, Kızılderililer hindiye "Fırke" dediklerinden bu sözcüğün İngilizce'deki telaffuzu ile "turkey"e dönüştüğü ileri sürülüyor. Daha başka hindi tezleri de var. Örneğin hindilerin korkunca çıkardıkları seslerin insanlar tarafından turk - turk -turk (törk) diye taklit edilmesiyle zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduğu bile iddia ediliyor. Bunda alınıp gücenecek bir şey yok. Türkçe'de de hindi kelimesi Hindistan anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir "Mısır" örneği var.
  Hindiler başlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süs hayvanı olarak yetiştirilmişler, et kalitelerinin farkına ise 1935'den sonra varılmıştır. Erkek hindiler 130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaşabilirlerken dişiler neredeyse yarı ağırlıktadırlar. Vahşi hindiler akarsu ve göl kenarlarında yaşamayı tercih ederle ve tehlike anında 400 metre mesafeye uçabilirler.
  Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor, dikkatinizi çekti mi? Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250'den fazla yumurtlayabiliyorlarken, hindiler 100 - 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 - 5 kez daha ağırdır. Daha ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.

18 Haziran 2010 Cuma

24 ayar altın ne demektir?

  Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle "ayar" kelimesi kullanılır, ama uluslararası piyasada kullanılan kelime "kırat"tır. "Kırat" hem altının, hemde elmas ve diğer kıymetli taşların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
  Elmas ve değerli taşları ölçmede kullanılan "kırat"ın bir birimi 200 mg'a eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa bu, 100 kıratlık bir elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106 kıratlık "Cullian"dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık iki büyük ve 100 küçük elmas işlenmiştir.
  Altında kullanılan "kırat" veya "ayar" ise altının saflığını gösterir. 24 kırat(ayar) altın, içinde karışık başka bir metal olmayan %100 saf altındır. Tamamen saf altın çok yumuşak olduğundan genellikle bakır veya gümüş ile karıştırılır. Her bir kırat(ayar), altının tümünün 24'de biridir. Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i altın 24'de 6'sı da gümüşten yapılmışsa o bilezik 18 kırat(ayar) altındır.
  Altını ölçmede kullanılan bu komik sistem, yaklaşık bin yıl evvelki Almanların Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından yapılan bu para 4.8 gramdır ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat ediyordu. Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarlarına bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü
  Altın beyaz, kırmızı, sarı gibi çeşitli renklerde beğenimize sunulur. Altın, bakır ile karıştırılırsa "kırmızı altın", gümüş ile karıştırılırsa "sarı altın", nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa "beyaz altın" adını alır.
  İşte sizin 24 ayar altın deyiminin nasıl ve nereden geldiğinin küçük bir hikayesi.

17 Haziran 2010 Perşembe

Ayna kırılması niçin uğursuzluk getirir?

 Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış, en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine, hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde, kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış, bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış, suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
  İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç, bronz, gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirlerde de bu parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
  Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da, içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
  Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7yıla çıkardılar. Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine inanıyorlardı. Cam kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan, vücudun kendini yenileyerek, sağlığına kavuşması için  yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
  Bu batıl inanç , 15 yüzyılda İtalya'da Venedik şehrinde, arkası gümüş kaplı, çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar, evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar, aynaları kırmaları halinde, yedi yıl boyunca, ölümden daha beter felaketlerle karşılayabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
  Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin : aynanın kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa ve toprağa  gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gök yüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.
  17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki, günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.
  İşte size ayna kırılmasının niçin uğursuzluk getirdiğinin kısa bir hikayesi.

16 Haziran 2010 Çarşamba

İngiltere'de trafik niçin soldan akar?

  Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun içinde çok geçerli bir sebep vardı.
  Yüzyıllar önce yolun karşısından gelenin dost mu, yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için, yolun solundan, duvar dibinden (yay veya atla) giderek sol taraflarını emniyete alır, sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
  Yolun solundan seyahat, ilk defa 1300 yıllarında, Papanın Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için, yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti. ve yüzyıllar boyu devam etti.
  18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında, sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde yolun kontrolünü zorlaştırıyordu.
  Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan akmaya başladı. Fransız İhtilali sırasında ihtilalin liderlerinden Maximilien Robespierre, büyük olasılıkla  Katolik kilisesine meydan okuyanlara bir jest olsun diye, Paris'lilerden yolların sağından gitmelerini istedi.
  Bir süre sonra kendisi de bir solak olan Napolyon, ordularındaki ikmal arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zapt ettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.
  İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya, Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler'de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
  Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
  İngiltere'de ve eski sömürgelerinde, trafik akışını sağ şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki, artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
  İşte size İngiltere'de trafiğin niçin soldan aktığının kısa bir hikayesi.

15 Haziran 2010 Salı

Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır?

   Özellikle kağıt para devrinden önce, alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi o devirde de bulunan bazı düzenbazlar, bu paraları kenarlarından kazıyarak, çok az miktarda da olsa, bu değerli madenleri biriktiriyor, parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
  O devirlerde tüccarlar, parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii, para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
  Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde paranın kenarlarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.
  Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen, bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
  Günümüzde madeni paralar "bozukluk" veya "ufaklık" adı altında sadece küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarına rağmen, kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
  Gerek kağıt, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna "Kanuni Tedavül Mecburiyeti" denilir ki, kağıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, karşı taraf bunu kabul etmek mecburiyetindedir.
  Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 5 kuruşlarla, 2.5 liraya kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını  da bozuk para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
  Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de, madeni paraları Maliye Bakanlığının çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık %1 civarındadır.
  Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden, madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan, kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olmamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha tanınır kılmaktadır.
  İşte size bozuk paraların kenarlarının niçin tırtıllı olduğunun ve para ile ilgili bazı gerçeklerin küçük bir hikayesi.

14 Haziran 2010 Pazartesi

İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir?

  Oyun kartlarının ne zaman ve nerede ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve Marco Polo tarafından Avrupa'ya getirildiği tahmin ediliyor. Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini ileri sürenler de var ama bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl Fransa'sına dayandığı kesin gibi.
  O tarihlerde, Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran şekliyle asil sınıfı ve kiliseyi, maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekliyle orduyu, karo ticari deniz işletmelerinin eş kenar dörtgen kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı, sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekliyle köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç, poker veya benzer, oyunlarda kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bu sınıflamadır.
  Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de kral (king), kızın ise kraliçedir (queen). Vale veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen "knave" kelimesi kullanılırken, günümüzde "jack" ismi kullanılmaktadır. Yani yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken, bizde biraz yaşlı görülerek krala papaz adı verilmiş, kraliçeye de kız denilerek oğlana layık görülmüştür.
  Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına rağmen, en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar "maça" şeklini mızrağa benzeterek "pique" adını vermişlerdir. İngilizce'de ise aynı anlamdaki "spades" kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de "kupa" klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle Fransızlar ona "cocur", İngilizler ise "heart" adını vermişlerdir.
  "Karo" için Fransızca'da kare anlamındaki "carreau" kullanılırken İngilizler elmas anlamındaki "diamond"u tercih etmişlerdir. Bizim sinek dediimiz şekil ise çok açık üç yapraklı bir yoncadır  Fransızlar bu anlamdaki "trefle" kelimesini kullanırlarken İngilizler "club" ismini kullanmışlardır.
  İşte bu nedenle briç oyuncuları "maça"ya "pik", "kupa"ya "kör", "sinek"e de  "trefli" derler, zaten aslına uygun olan "karo"yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli, papaz, kız, oğlan için kullanılan as, rua, dam ve vale isimleri de yine Fransızca karşılıkları As, Roi, Dame ve Valet kelimelerinden dilimize girmiştir.
  İşte size iskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamlarını ve nereden kaynaklandığının küçük bir hikayesi.

13 Haziran 2010 Pazar

İnsanlar neden tokalaşır?

  Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda, tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eliyle kullanıyordu.
  Bir erkek diğerine dost olduğunu, elinde silah bulunmadığını göstermek için, boş sağ elini uzatıyor, diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak, diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için, birbirinden emin olana kadar , birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
  Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı, elleri daha iyi kavrayarak, rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu. Günümüzde artık insanlar için bir vazgeçilmez olan tokalaşmak düşmanlık veya tehlikeye karşı bir önlem olmaktan çıkıp, selamlama ve dostluk anlamı kazanmıştır.
  İşte size insanların niçin tokalaştığının ve bu adetin nereden kaynaklandığının küçük bir hikayesi.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?

  Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde, o gemiye özgü dalgalanan renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi, galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı, bunun için  de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı. Yüzyıllar boyunca süregelen deniz savaşları, bu geleneği bu günlere kadar taşıyor
  Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de, bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde, önemli devlet adamlarının ölümünde, diğer milletlerinde bayraklarını yarıya indirmeleri, mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
  Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin, geçiş süresince bayraklarını yarıya indirmeleri geleneği, saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir.
  İşte size matemde bayrakların niçin yarıya indirildiği ve bu geleneğin nereden kaynaklandığının küçük bir hikayesi.

11 Haziran 2010 Cuma

Ayların günleri niçin 28, 30, 31 gibi farklıdır?

Romalılar M.Ö 758 yılında 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve gecenin eşit olduğu, binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere, Martiues(Mart), Aprilius(Nisan), Maius(Mayıs), Junius(Haziran), Quintilis(Temmuz), Sextilis(Ağustos), September(Eylül), October(Ekim), November(Kasım) ve December(Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den(Temmuz), Decembar'a(Aralık) kadar olanlar, 5, 6, 7, 8, 9, 10 rakamlarının Roma'lılarca telaffuz ediliş şekliydi yani, Mart başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci, 6'ıncı, 7'inci, 8'inci, 9'uncu ve 10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış 60 gün bırakıyordu. Arta kalan bu 60 gün sorun yaratınca, Janarius(Ocak) ve Februarius(Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius(Mart), son ayı ise Februarius(Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma imparatoru Julius Caesar(Sezar) muhtemelen politik sebeplerden ötürü takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olmak üzere iki şekilde düzenledi, yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi, her dört senede bir Şubat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra kesin olarak bilinmeyen bir nedenden ötürü Janairus'u(Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti. Böyle olunca da, her 4 yılda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine rağmen Februarius'a(Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'ın beklenmeyen ölümünden sonra, Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilis(Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sonra tahta çıkanlardan, Augustus kendi şerefine, Sextilis(Ağustos) ayının adını kendi ismi ile değiştirerek, bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka bir sorun çıkmıştı. Sezar'ın ayı 31 gün, Augustus'un ayı ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Şubattan bir gün daha alarak Ağustos'a ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
İşte size takvimin, niçin 12 ay olduğunun, ayların isimlerinin nasıl konulduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de, alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.